bir küçük çeviri meselesi




efenim buyrunuz bir mini elif derviş çevirisine. virginia woolf'un joseph conrad'ın ölümünden sonra kaleme aldığı, ağustos 1924'te times edebiyat eki'nde yayımlanan veda yazısı. parşömen edebiyat'a her zamanki özenli paylaşımları için teşekkürlerimle.

https://parsomenfanzin.com/2024/04/17/joseph-conrad-virginia-woolf/

uzun not: hiç büyük harf kullanasım yok bugün. hatta hepten kaldırırım belki, en azından burada, belli mi olur? malum, çöplük benim. yıllardır adımı da kitap içlerine vs hep küçük harfle yazar dururum zaten. belki  bazı öğrencilerim gibi noktalama işaretlerinden de arındırırım kendimi zamanla. ey özgürlük. yılların eğitimi, eğitimciliği, yazı/çeviri/düzelti deneyimi çöp mü? yok canım. diyor ya ustalar, kuralları iyi öğren ki eğip bükebilesin, bozup yıkabilesin.

takıntılı kuralcılığımla çokça kuralı epey iyi öğrendim şu hayatta. o nedenle yıllarca arka planda bırakıldığını hissetmeye başlayan paşa gönlüm keyfine göre takılmak üzere eski meydana çıkan merdivenli yolun başında göründü. artık kısmet.

neyse, şimdilik takılın bakalım virgüller noktalar kesme işaretleri ve dahi ayrı yazılan her tür minik şey. sizin de sıranız gelir elbet. o zamana kadar kuralcı elif'in tadını çıkarın. 

sen de adımın ilk harfini inatla büyütmekten vazgeç otokorekt. zira hem manuel düzelti karşısında pek şansın yok, hem de adı üstünde benim adım yahu. sana mı soracağım nasıl yazacağımı.


Kalbin (Nam-ı Diğer Hayatın) Hikâyesi





Sonsuz olanı buradan başka
yerde ararız her zaman;
her zaman, varlığın bakışını
şimdiki durumdan ve şimdiki 
görünüşten başka şeye yöneltiriz;
ya da, sanki her an ölmek ve
yeniden yaşamak değilmiş gibi, 
ölümü bekleriz.
Her an yeni bir yaşam sunulur
bize. Bugün, şimdi, hemen,
tutabileceğimiz tel şey budur.
ALAIN 

André Malraux - Climats / İklimler
Türkçesi: Tahsin Yücel
Helikopter Yayınları

Yoğun koşturmacanın içinde böyle bir haftalık boşluklar bulunca güzel oluyor elbette. Ama aslında "hayata ara vermek" diye bir şey yok. Yaşadığın her an, sana biçilen ömür ne kadarsa o süreye dahil. İş yerinde ya da ders çalışırken mola verip çay içersin, çeviriye ara verip bir arkadaşınla mesajlaşırsın, uzun bir yürüyüşte  durup su içer, saçmasapan bir konuşmanın içinde kısacık bir an derince nefes alıp zihnini oradan uzaklaştırırsın. Ve bu araları verdiğinde iş/çeviri/yürüyüş vs. gerçekten de kısa bir süreliğine kesilir. Mola ancak böyle şeylere denebilir.

Ama hayata mola diye bir şey yok. İster bir haftalık bayram tatili olsun, ister bir aylık yaz tatili. Çünkü hayat iş değil, çeviri değil, yürüyüş değil. Du bi çay içeyim der gibi yaşadığın ömre ara verip ben biraz yaşamayayım diyemezsin. Bu biraz, ana rahminde atmaya başladığı andan son nefesimizi verdiğimiz ana kadar hiç ama hiç durmadan çalışan kalp kasımızın durumu gibi. Düşünün, 7/24 çalışan bir kas. Öyle ya da böyle, iyi veya kötü, bazen gümbür gümbür bazen tekleyerek, ama bedeninde attığı kişinin ömrü son bulana kadar hep hep hep. Güce bak. Müthiş.

Şimdi çoğumuz sandık ki hayata ara verdik. Yok. Okula, işe, olağan koşturmacaya ara verdik sadece. O da şanslıysak, çünkü hayatına aynı gaile içinde devam eden bir sürü insan da oldu. Misal bizim üç günlüğüne ailecek kafa dinlemeye gittiğimiz su kenarı memleketinde, kaldığımız yerin personeli sabahın erken saatlerinden gecenin körüne kadar harıl harıl çalıştı. Arada çay-sigara molası vermişlerdir elbette, ama o kadar. 

Kalp kasına dönecek olursam. Kalbin bir kas olduğunu ve son nefesimizi verene kadar hiç durmadan çalıştığını öğrendiğimde hem inanılmaz şaşırmış hem de doğa anaya bir kez daha hayranlıkla bakmıştım. Peki bunun konuyla bağlantısı ne? "Kalbin atması=hayat" demekse, hayat ancak o kalp durduğunda biter ve bu tam/net/kesin bir bitiş midir yoksa bazı inanışlarda söylendiği şekilde bir "sonrası" ya da "geri dönüşü" var mıdır bilmek ölmeden mümkün olmadığına göre, "bildiğimiz kadarıyla" bir tane hayatımız var diyebiliriz sanırım. Yani mola falan yok. Kalbin mola vermesi veya bizim hayata mola vermemiz, ölmemiz demek. 

Şimdi elinizi kalbinize götürüp bi dinleyin atışlarını. Belki benim gibi bir sebepten çarpıntınız var ve pıtır pıtır, normalden hızlı atıyor, belki çok sakin, neredeyse duyulmayacak kadar hafif, belki yavaş ama çok güçlü. Hepimizde ortak olan şu ki, şayet şu an ben bu yazıyı yazabiliyor, siz de okuyabiliyorsanız, kalpler hâlâ bir şekilde atıyor ve hayattayız demek. Mola yok, ara yok, teneffüs yok. Kalpler, bayramda dur durak bilmeden çay kahve taşıyan o garson veya markette ailesinden uzakta para kazanmaya çalışan kasiyer gibi sürekli iş başında. 

Mola verdiğimiz şey hayat değil. İş-güç. Diyeceğim o ki, hayatı ara verdiğimiz fani şeylerden ibaret sanmamak, yanılgıya düşmemek lazım. Çünkü düştüğümüz gün, hayata değil o şeylere daha büyük yer açmış oluyoruz ve yorulup, sıkılıp, bıkıp usanıp ara verme ihtiyacı hissediyoruz. 

Rahat rahat nefes alabildiğimiz her gün nimetken, bıkıp usanılır mı hayattan? Hayat ne işten ibaret, ne başarılarımız veya hayal kırıklıklarımızdan ya da sürdüremeyip yarım bıraktıklarımızdan. 

Hayat hepsinden, hepimizden büyük. 


Attım Bir Sandalye, Eski Kapı Eşiğine






Eski mavi kapının eşiğine
Attım tozlu bir sandalye
Dinledim sesleri, 
İçeriden, dışarıdan, kendimden,
Her biri başka, her biri ben

Oturdum öyle yosun kokulu eşikte
Bekledim bir gelen olur da
Açar mı eski kapıyı diye
Dalga sesi gelir de
Deniz ne tarafta anlar mıyım diye

Ne bir allahın kulu
Ne dalga sesi 
Kapı ben sandalye yosunlu eşik
Oturduk hep birlikte
Kıpırtısız ve sessizce

Neden sonra bir çıtırtı
Tam eşiğin kapıyla birleştiği yerde 
Baktım bir ihtiyar salyangoz
Bitmeyen zamanın 
Bitmeye yaklaştığı yerde.

🐌

Bir yol bitiyor, bir yenisi açılıyor önümde. Bitene şöyle bir dönüp baktığımda o yola ilk çıktığım an hâlâ hatırımda olsa da görüntüsü artık flu, sisli, soluk. Gözlerimi yeni açılanın ilerisine diktiğimdeyse,  o da flu, sisli. Yine de görür gibiyim varacağım yeri, az çok, belki de sadece kendimce.

Demek ki neymiş, yürüdüğün yer, adımlarını o an attığın taş köprü/toprak yol/çimenlik alan/dikenli geçit/sarp yokuş/çakıllı patika dışında görünür olan pek bir şey yokmuş. Sen yürü yolunda bre elif, kâh günlük güneşlik bir havada rahat rahat, kâh koca bir taşa takılıp yara bere alarak, kâh fırtınanın ortasında kalıp umudunu kaybedeyazarak. Yolun gerisinde bıraktıkların ve devamında göreceklerinle bir işin yok. İşin hep şu anda. Sadece yürü, yorulsan da, bazen her şey anlamsızlaşsa da.

Çünkü yol sen durduğunda değil, ilerlemeye devam ettiğinde bir yere çıkacak veya bitecek. Yürünmeyen yol ancak bir durak, bir mola yeri olabilir. 

Yürünen yolsa bir hikâye, bir yaşam, dönüştüren bir deneyim ve hatırlanacak bir tuhaf macera.



Yeni Kararlar





Dünyada benim kadar çok karar alıp, o kararları aslında hiç de fena uygulamayıp, sonra sonsuz iyi niyetle kendi yolunda devam ederken o kararları hiç farkına varmadan, birilerinin içten içe yürüttüğü yönlendirmelerle yumuşattığını ve kendini yine sömürüye açık hale getirdiğini anca yine üstü kafa üstü çakılınca fark eden var mıdır? Elbete vardır, hepsine selam olsun, üzmeyin kendinizi, yine kalkarız. Hatta kalktık bile bak hop.

İyilikten maraz doğar dedikleri şey maalesef bazen doğru galiba. İçimde uzundur uyuyan (emek emek uyuttuğum) ejderhayı uyandıran bir durum yaşadım. Ama alev püskürtmek, yakıp yıkmak yerine ejderhamın başını okşayıp, kendime verdiğim sözleri hatırlayıp yazıya ve müziğe sığındım. Hep olduğu gibi. Bir süredir aklımda olsa da bir türlü uğramadığım İngilizce bloguma yazdım, yazarken avaz avaz eşlik ederek üniversite yıllarımda çok sevdiğim, dün akşam bir arkadaşımla otururken çalınca aklıma düşen Joan Osborne parçasını repeat'e alıp canını çıkardım, sonra da buraya geldim. 

🎶 Way doooooown in the hooooollooow, leeeeeavin’ so soooooon
Ooooooh, St Teresa, hiiiiiigher thaaaan the moon 🎶

🖤



Çılgın Sabah



Efenim ben sabah insanıyım. Güne erken başlamayı, sessizliğin tadını çıkarmayı, ayılmaya çalışan zihnimin uykudan uyanıklığa taşıdığı tuhaf hal ve hayalleri severim. Severim sevmesine de... Tamtamla uyanmak nedir arkadaş?

Bugün uyandığımda hava karanlık. Zifiri. Ev ve hatta tüm dünya uykuda. Tam olarak değilmiş meğer. Bak yine o ses. Güm güm güm güm. N'oluyo ya dedi kafamın içindeki ses bir an. Anlayamamanın anlamaya çok yaklaştığı o ince çizgide durdum birkaç saniye ve sonra: heeee davul. Te allam.

Dedim ki neyse 5:30 falandır herhalde saat, zaten kalkma saatimi erkene çekmeye çalışıyordum. Bi baktım, 04:00! Olacak iş değil! Murakami miyim ben?! Ama erken yattığım için uykumu da az çok almışım herhalde, baktım dönüp duracağım, hop ayağa. Elimde telefonun feneri, ayağımın dibinde sabah şeriflerini hayırlamaya dünden razı Miyu Hanım, yollandım salona, çalışma masama.

Oturdum masaya oturmasına da, hiçbir şey görmüyorum ki. Eşimin gece kitap okumama yardımcı olsun diye aldığı sayfaya tutturulan cinsten minik fenerimsiyi önce defterimin tepesine iliştirip bir sayfa - kim bilir ne - karaladım, sonra da bilgisayarın tepesine geçirip çeviriye başladım. Afyon patlamamış, beden daha kaskatı. Bu ara tekrar takibe aldığım bir yoga hocasının on dakikalık boyun-sırt-omuz ısıtma/açma hareketlerini yaptım. Eh, güzel tabii ama yine de masada oturmak zor.

Alırsın odadan yastığını, geçersin salon koltuğuna, üstüne de çekersin battaniyeyi, kucağında bilgisayar, kitabın çevirdiğim kısmının olduğu fotokopilerde yine o tepe ışığı, tıkır da tıkır mıkır da mıkır.

Tabii tüm bunlar olurken Miyu coştu. Elif kalktıysa sabah olmuştur, e o zaman koşalımmmm, atlayalımmmm, yerde tangur tungur toplar yuvarlayalımmmm, lımmmm lımmmm lımmmm lımmmmm 🎶 Şen çocuk. Güneş zannediyo beni galiba. Halbuki içimden kaç dilde sövüyorum sabahın dördünde saçmasapan bir şekilde uyandırıldığım için bi bilse.

Ya Allahaşkına biri desin, biz bizeyiz şurada. Herkesin ama herkesin telefonlarına yapışık yaşadığı şu devirde, hadi diyelim ona yapışık değilsiniz, alarmlı saatler icat edileli tamı tamına 237 yıl olmuşken (bkz. gugıl, ilk alarmlı saatin icadı 1787), nedir ama nedir insanları hâlâ davulla tamtamla uyandırmak ya? Şaka mısınız? Hayır alarm seçenekleri içinde bangır bangır davul sesi olsa misal, kaç kişi onu seçip zıplayarak uyanmayı tercih eder?

Neyse, zar zor, eğile büküle, kör ışıkta üç sayfa çeviri anca yapabildim ve saat 6:20 falandı sanırım, 20-25 dakika kestirdim. Ve sonra normal saatinde çalan "normal alarmla" gün 6:45'te tekrar başladı! Kahvemi yaptım, eşim işe oğlum okula ve saat oldu 7:30. Gelin görün ki ilk uyan(dırıl)ışımın üstünden 3.5 saat geçtiği için beden yakıt istedi ve hiç huyum olmadığı halde bu saatte yulaf-muz-tahin-badem vs'den oluşan lapa yaptım kahvenin yanına. Artık öğlen de fil gibi yerim kahvaltıyı bu kadar erken edince herhalde. Peh.

Ne çok şikayet ettin be elif. Çeviri yapmışsın işte ne güzel, erken kalkan yol alır bıt bıt. He la he. Hep elif şikayetçi, hep Garfield suratsız. Bi allahın kulu da sormaz "haklı olabilirler mi acep" diye.

O zaman... günaydın! Ben günüme ikinci kez başlıyorum şu an, ya siz?



Doğadan Mektubumuz Var 💌



Sevgili blog dostları,

Bütün kış yağmayan kar şu an yağıyor Ankara'ya. Bahçe bir saat içinde yeşilden beyaza dönmeye başladı.

Beklediğimiz, bize göre olması "gereken" şeyler hep beklediğimiz zamanlarda olmuyor. Doğa bir kez daha bunu hatırlatıyor belki de. "Elifcim bu ne ego, koskoca doğa ananın işi gücü yok sana özel mesaj mı yolluyor, alemsin," dediniz belki. Evet, her an hepimize özel mesajlar var bence etrafımızda. Doğada, tanıştığımız insanlarda, duyduğumuz kırıcı sözlerde, hak etmediğimizi düşündüğümüz şeyler başımıza geldiğinde, bir arabanın tepesinde sakince yalanırken bir anda zıplayıp kaçan kedide. Her şeyde ama her şeyde kendimiz için alabileceğimiz irili ufaklı mesajlar gizli. Ve o sihirli posta kutusunun kapağını bir kez açtınız mı, sonra kapatsanız da mesajlar Harry Potter'a duvarların bacanın pencerelerin içinden geçip gelen ve durdurulamayan mektuplar gibi yolunu mutlaka bulup ulaşıyor size. Yeter ki dönüp bakın.



What is seen cannot be unseen. Bu lafı ünlü biri mi demiş de hatırlıyorum, yoksa şu an durduk oturduk yere benim iç sesimde mi yankılandı emin değilim. Ama tam da öyle. Bir kere gördüğünüz şey, sonrasında görmezden bile gelseniz artık "gördüğünüz, bildiğiniz, tanık olduğunuz" bir şeydir. Bunlar bazen iyi şeyler olur, güzel, umut veren, hayal kurduran, bazense kötü, hayal kırıklığı yaratan, korkutan, üzen, kızdıran şeyler. Ama gördüysen görmüşsündür, o kadar. Artık mesele o gördüğün şeyle ne yapacağın.

Bir süredir beklemedeyim. Sustuğunuz, tepki vermediğiniz, alttan aldığınız zaman, hele ki bu süre biraz uzamışsa, çoğu insan sanıyor ki görmediğiniz, bilmediğiniz ya da tepki verecek gücünüz olmadığı için. Ama ses etmiyorum diye görmüyor değilim. Tepki vermiyorum diye o güçten mahrumum demek de değil. Kışı es geçip tam da bahar kapıda dediğimiz sırada yağan yumuşacık kar gibi beklemede oluyoruz bazen sadece. Doğru zaman için. Doğru sözler ve tepkiler için. 

Dilerim sizlerde de ne varsa bir süredir bekleyen, demlenen,  kumların, çamurun ağır ağır dibe çökmesiyle suları tekrar berraklaştırıp içini net bir şekilde göstermeye başlayan her ne varsa, ona bakma cesareti bulursunuz artık kendinizde. Bugün hepimiz için dileğim bu, evet. Olanı kendi istediğimiz ve duygularımıza kaptırarak beklediğimiz şekliyle değil de, olduğu şekliyle görmek ve acelesiz, kararlı, sağlam adımlar planlamak.

Karlı bir Ankara gününden, geri kalanı kim bilir nasıl olan tüm dünyaya sevgilerimle,

Elif.





OBD Sendromu (İsmin her hakkı saklıdır)



Dışımın sakin içimin karmaşık olduğu, üst kat komşumuzun torununun evin bir ucundan diğer ucuna bağırarak ve ayaklarını yere vurarak deli gibi koşmasını (yine) dinlemek durumunda kaldığımız bir pazar gününden selamlar. Sabah, gündüz, gece, hafta içi, haftasonu fark etmiyor maşallah. O küçücük çocuğun minicik ayaklarından o gümbürtüler nasıl çıkabiliyor, neden bir çocuk "sürekli" koşar, "sürekli" bağırarak konuşur ve neden büyükleri bu konuda bir şey yapmaz, bilmiyoruz. "Özgür ailelerin (!) gizemi". Pıffff.

Neyse, yazının konusu bu değil, merak etmeyin. 

İnsanın kendinde/çevresinde/rutininde/anlayışında vs. değiştirmesi gereken şeyleri net şekilde görüp bilmesi ve fakat çok az değişiklik yapabilmesi, hatta bazen o değişime direncin daha da sağlamlaşması için elinden geleni ardına koymaması çok ilginç bir şey. Bu ister para kazandığınız işle ilgili çalışma disiplini olsun, ister tek kuruş elde etmediğiniz ama yapmayı çok sevdiğiniz, size iyi gelen şeylerle ilgili disiplin. Direnç acayip bir şey. 

Yazmaya direnç, okumaya direnç, egzersiz/yoga vs. yapmaya direnç, erken uyumaya direnç, meditasyon yapmaya direnç, sosyal medyada gereksiz insanları takipten çıkarmaya direnç, sosyal medyadan uzaklaşmaya direnç. Kısaca OBD mi desek? "Ota Boka Direnç."

Eğer bir influınsır olsaydım, hemen viral olurdu bakın bu. "OBD sendromu" nedir, nasıl anlaşılır?" / "OBD'yi aşmanın yolları"/ "OBD sendromunuz var mı, beş dakikalık testle hemen anlayın" / "OBD'yi nasıl yendim?" / "Kanalıma ve e-posta listeme üye olun, OBD el kitapçığını bedava kapın" / "Yorumlara üç arkadaşının adını yazıp OBD'sini dünyayla paylaşan beş kişiye OBD'yle Mücadele Eğitimi % 50 indirimli! Kazanmak için son beş saat!"  

Bak gaza geldim şimdi, YouTube kanalı mı açsam? 😂 Ben ona da üşenip direnirim muhtemelen, siz açarsanız izlerim ama. Öldürecek vakit çokmuş gibi. Hadi yine iyisiniz, hem bedava fikir buldunuz hem de ilk abonenizi!

OBD'nin tekli ve çoklu türleri var bu arada. Tek bir şeyeyse direnciniz - misal sadece daha erken kalkmaya, sadece yürüyüşe çıkmaya vs. - demek ki sizde OBD-T (Ota Boka Direnç-Tekli) var. Çarşı her şeye karşı modundaysanız, iş biraz daha karmaşıklaşıyor ve karşımıza OBD-Ç (Ota Boka Direnç-Çoklu) çıkıyor. Bunlar zaman zaman yer değiştirip hayatımıza girebilirken, bazı azim çörekliği dönemlerinde tamamen ortadan da kaybolabiliyorlar. Ama sinsi bir sendrom bu OBD maalesef. Tamamen yok olduğunu sandığınız o acayip verimli, huzurlu, kendinizden pek bir memnun olduğunuz tatminkar dönemlerde aslında sadece zihninizin karanlık kuytularına çekilmiş, boş bir anınızı kolluyor oluyor. Bir anlık zayıflık, bir anlık yorgunluk, mazallah bir minik özgüven eksikliği, ve hooop OBD is back in da house.

Efenim çok popüler bir şey malum, "sizde durum ne, yorumlara yazıp bizimle paylaşsanıza!" demek sosyal medyada, çünkü etkileşimi arttırıyor(muş). Burası "asosyal medya" olduğu ve etkileşen bir avuç insan olduğumuza göre, kendinizi ticari/sosyal kaygılar için kullanılmış hissetmeden gönül rahatlığıyla sizde bu sendromun hangi halleri var paylaşabilirsiniz. Maksat iki kikirdeyip direnmeye devam etmek. Raad olun biz bizeyiz. 😏

Şuraya da "hiçbir şey yapmamaya direnme" üzerine hoş bir yazı bırakıyorum meraklısına:

https://www.independent.co.uk/voices/silent-retreat-meditation-home-lockdown-b1789416.html



Yazı Yoksa Çizi Var

 





Ben çeviriye sekte vurmasın diye yazmaktan kaçtıkça, kafamda dönüp duranlar başka türden çizgiler olarak kalemin ucundan akmaya başladı. Hayırlısı.